20 Şubat 2025 10:36
/
Güncelleme: 10:45

"Kim saray rejimini desteklemiyorsa ‘terörist’ denebilecek eşiğe geldik”

Son dönemde artan hukuksuzluk, baskı, gözaltı ve tutuklamalara ilişkin İstanbul Barosu Başkanı Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu açıklamalarda bulundu.

Kaboğlu, “12 Eylül, 12 Mart gibi son 50-55 yıllık bir döneme gittiğimiz zaman ilktir böyle bir uygulama. Terör yaftası o kadar kolay vuruluyor ki, kim ki saray rejimini ve Cumhur İttifakı’nı desteklemiyorsa ‘o teröristtir’ denebilecek bir eşiğe geldik. Hiçbir zaman bu kadar çökeceğini, dibe vuracağını, hukuk güvenliğinin ortadan kalkacağını, sistemin çökeceğini öngörmemiştim” dedi.

Son dönemde toplumun pek çok kesiminden kişi hakkında soruşturma açılıyor, gözaltı kararı veriliyor, tutuklamalar yapılıyor. Siyasetçilerden gazetecilere, sanatçılardan iş insanlarına kadar ses yükseltenlere İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından soruşturma başlatılıyor.

Muhalefet cephesi, “Yargıya müdahale ediliyor” eleştirisini yaparken; iktidar kanadından bu eleştirilere karşı “Kimse yargıya parmak sallayamaz” yanıtı veriliyor. Tüm bu süreçleri aynı zamanda anayasa hukukçusu da olan İstanbul Barosu Başkanı Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, ANKA’ya değerlendirdi.

Yöneltilen sorular ve Kaboğlu'nun cevapları şu şekilde:

“Tutuklamalar, sistematik ve sürekli ihlali göstermektedir”

Son dönemde sizin de çok dile getirdiğiniz şekilde artan hukuksuzluklar var. Her güne yeni bir gözaltı, tutuklama haberleriyle uyanıyoruz. Bu gelişmeler çok arttı. Siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Ayrıca 12 Eylül dönemini yaşamış birisi olarak o günden bugüne neler değişti? Nasıl gözlemliyorsunuz?

Türkiye Cumhuriyeti, anayasal bir devlettir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası yürürlüktedir ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na saygı göstermek, bütün anayasal kuruluşların görev ve sorumluluğudur. Zaten anayasal kuruluşlar görev, yetki ve sorumluluk çerçevesinde kendi görevlerini yerine getirirler. Bugün, son aylarda özellikle yoğunlaşan aramalar, evlere baskınlar, gözaltılar, tutuklamalar aslında ölçü olarak baktığımız zaman anayasal hükümlerin birçok maddesinin sistematik ve sürekli ihlalini göstermektedir. Bir kişi suç işlemiş, şüpheli, kuşku yaratmış olabilir ama o kişi hangi işlemle kendi işlediği varsayılan suçun ortaya çıkarılacağı konusu anayasada, ceza kanununda, ceza muhakemeleri kanunda yazılıdır. İfadeye çağırma böyledir. Arama aynı çerçevede yer alır. Gözaltına almanın kuralları var. Hele hele tutuklama, çok istisnai bir durumdur, yaptırımdır. Özellikle adli kontrol seçeneği geldikten sonra artık tutuklama tamamen istisnai bir duruma, tamamen ağır cezalı suç üstü hâliyle sınırlı kalması gereken bir uygulamadır.

“Son uygulamalar, anayasanın hükümlerine aykırı tutuklamalardır”

Son aylarda, özellikle Ekim 2024’ten bu yana tanık olduğumuz son 4-5 aylık uygulamalar, aslında anayasal çerçeveye, anayasal kurallara, anayasanın emredici ve yasaklayıcı hükümlerine aykırı yol ve yöntem izlenerek yapılan tutuklamalardır. Bu açıdan tabii ki usul yanlıştır. Usul yanlış olunca hemen şöyle bir kuşku doğuyor. Acaba esasa ilişkin gerçek belge ve bilgi olmadığı için mi usul karartması yapılıyor diye. Gerçekten işte hapse konulan birçok seçilmiş siyasi şahsiyet, belediye başkanları, avukat; önce arama yapılıyor, gözaltına alınıyor, tutuklanıyor, daha sonra iddianame, haftalar ve aylar sürüyor. Özgürlüğünden alıkonuluyor. Bu açıdan bakıldığı zaman bu tablo aslında 12 Eylül, 12 Mart gibi geçmişe gittiğimiz zaman, son 50-55 yıllık bir döneme gittiğimiz zaman ilktir böyle bir uygulama. Uygulamalar dizisi ilk kez karşımıza çıkıyor. Hedef aldığı kitlelerin genişliği, yapılan işlemlerin keyfiliği ve sürekliliği açısından bunlar ilktir. Bu açıdan aslında hukuk devleti ya da demokratik hukuk devleti olma özelliğimizin sürekli sorgulanması anlamına gelmektedir. Çünkü anayasamızın ikinci maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına saygılı, demokratik ve laik, sosyal bir hukuk devletidir.

“Demokratik çevrelerin alanının daha da daraltılması hedeflenmektedir”

Oysa bu uygulamalar hukuk devletinin asgari gereklerini sürekli ve sistematik bir biçimde ihlal etmektedir. O nedenle hem bunları sürekli gündeme getirmek, bu konularda doğru bilgi vermek, sürekli bunları kınamak, anayasaya aykırı olduğunu öne sürmek ama aynı zamanda bu işlemleri yapan kamu görevlilerinin, yargı mensuplarının da Anayasa’nın 19 ile 40’ıncı maddeleri ve Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 141’inci maddeleri gereği sorumluluğunun olduğunu da sürekli hatırlatmak ve devletçe örneğin haksız tutuklama nedeniyle ödenecek tazminatı onlara ödetmek... Bu açıdan konuya baktığımız zaman konu hukuki dille açıklanmayı zorlaştıracak boyutlara ulaşmıştır. Daha çok siyasal dille belki bunları açıklamak daha kolaydır ama biz yine hukuk yolunu, hukuk zeminini bırakmamak durumundayız. Demek ki Anayasa’ya tümden aykırıdır. Bir tür demokratik çevrelerin, siyasetin alanının daha da daraltılması hedeflenmektedir. Demokratik toplum daha çok baskı altına alınarak 2017’de kurulan ve benim ‘Parti başkanlığı yoluyla devlet başkanlığı ve yürütme’ olarak adlandırdığım 2017 kurgusunun sürdürülemez özelliği, bu kurgunun mimarları tarafından da anlaşılmıştır.

“Bu kurgunun mimarları Cumhur İttifakı taraflarıdır”

Kimdir bu kurgunun mimarları, Cumhur İttifakı taraflarıdır. Yani Adalet ve Kalkınma Partisi’yle Milliyetçi Hareket Partisi. Bu anlaşılmıştır. Sürdüremez özelliğinin itirafıdır. İki önemli gösterge var bunun için. Bir, bütün bu operasyonlar. İki, yeni anayasa söylemi. 2017’de yapılan anayasa değişikliği, bilindiği gibi hükümeti bile tasfiye etti. Olumlu idiyse neden Türkiye böyle bir ortama sürüklendi, neden toplumu yoksullaştırıldı? Neden o zaman 2017’de yapılan anayasa değişikliğine bile aykırı uygulamalar yapılıyor? Eğer 2017 gerçekten iyi idiyse o zaman neden sivil anayasa arayışı oluyor? O zaman ana çıkmaza, ana kısır döngüye geliyorum. O da şu, yapılan operasyonların çoğu terörle bağlantılı olarak addolunan yazılar, konuşmalar, telefon görüşmeleri, sözler vesaire ama anayasa değişikliğine ‘hayır’ diyenler de terörist ilan edilmişti. Ben de 2017 anayasa değişikliğine yalnızca hayır demedim. Aynı zamanda geniş çaplı kampanyalar yaptım, yürüttüm. Hayır çünkü 2017 anayasa değişikliği yürürlüğe girerse Türkiye toplumunu çıkmaza sürükleyecek diye.

“Dayanışma halkalarını çok genişletmemiz gerekiyor”

Çünkü terör yaftası o kadar kolay vuruluyor ki, kim teröristtir dediğimiz zaman, kim ki saray rejimini, kim ki Cumhur İttifakı’nı, kim ki Cumhur İttifakı görüntüsü altında parti başkanlığı yoluyla devlet başkanlığını ve yürütmeyi desteklemiyorsa ‘o teröristtir’ denebilecek bir eşiğe geldik. O nedenle çok dikkatli olmamız gerekiyor. Dayanışma halkalarını çok genişletmemiz gerekiyor. Artık daha önceleri olduğu gibi şu kişi şu dünya görüşünden, o kişi öbür dünya görüşündendir, ona oh olsun, buna olmasın diye değil. Biz İstanbul Barosu olarak özellikle ben İbrahim Kabaoğlu, İstanbul Barosu Başkanlığı’na adaylığımı koyduğum 9 Ağustos 2024’ten bu yana dillendirdiğim üzere hukuk ortak paydasında birleşmek durumundayız. Bu durumda gözaltına alınan gazeteciler, belediye başkanları; kayyum uygulaması, siyasetçiler, baroya yönelik operasyon, hepsinin ortak paydası anayasaya ve hukuka saygı duymamaktır. Bunların ihlalidir. Bu bakımdan ortak fayda oluşturmak çok önemlidir.

“2017’de 200 yıllık birikim dibe vuruldu”

1980’lerden bu yana ilk kez böyle bir şeyle karşılaştığınızı bahsettiniz hukuksal açıdan. O dönemde de yine terör suçlaması vardı. Siz yıllardır bir hukukçu olarak üniversitelerde öğrencilere, TBMM çatısı altında halka bunları anlattınız. Yani bir hukukçu olarak tekrar böyle bir durumla karşılaşabileceğiniz aklınızın ucundan geçer miydi? Umutlu musunuz yoksa daha ürkütücü bir yere gidiyor mu Türkiye?

Tabii 12 Eylül öncesi 12 Mart’ta ben hukuk fakültesi öğrencisiydim. Birinci sınıfta anayasa hukuku dersi öğrenen öğrenciydim. 12 Mart’ı yaşadım. Çünkü 27 Mayıs’ta ilkokul öğrencisiydim. 12 Eylül’ü yaşadık. Sonraki gelişmeleri yaşadık. Ben 12 Mart’ta hukuk öğrencisiyken, 12 Eylül’de yardımcı doçentken hep daha iyi olacağı biçiminde bir gelecek kurgusu öngördük. Bugüne gelineceğini, hiçbir zaman bu kadar çökeceğini, dibe vuracağını, hukuk güvenliğinin ortadan kalkacağını, sistemin çökeceğini öngörmemiştim. Ne yapmalı sorusuna teslim mi olalım, mücadeleye devam mı edelim? Burada iki önemli husus var. Birincisi, öz eleştiri olarak biz bütün bu geçen on yıllarda verilen mücadelelerin sonucu olarak kazanımları fark edemedik, sahiplenemedik. 80’li, 90’lı, 2000’li yıllar ve 2004-2005’te Türkiye anayasacılığında hemen hemen zirveye ulaşmıştık. O birikimi yeterince fark edemedik ve sahiplenemedik. 2017’de ise 200 yıllık birikim dibe vuruldu, tasfiye edildi ve biz o tasfiyeyi bile fark edemedik. Demek ki zirve ile çukuru fark edemedik.

“Medya, bakanın parti kongresindeki konuşmasını veriyor ama ‘konuşamaz’ diyemiyor”

Bugün medya bile ‘Hükümet, kabine ne zaman toplanacak’ diyor. ‘Kabineden hangi kararlar çıkacak’ biçimde açıklamalar var. Oysa bunlar tamamen anayasal ve siyasal dezenformasyon, hükümet yok. Bakanlar Kurulu yok. Siyasal sorumluluk yok. Siyasal karar alma düzenekleri yok ama medya, örneğin bir Milli Savunma Bakanı’nın parti il kongresindeki konuşmasını veriyor. Medya mensupları çok şey bildiklerini varsayarak onu yorumluyorlar ama şunu söyleyemiyorlar. ‘Bakan, parti il kongresinde konuşma yapamaz. Bakan, devlet memurudur, siyaset yapamaz’ diyemiyorlar. Demek ki hukuku kirlettik, siyaseti kirlettik, kavramları kirlettik, toplumu da yoksullaştırdık. Çevreyi yaktık, yıktık. İşte bütün sorun, bunların farkındalığının yaratılması, bu farkındalık, bu konuyu bilenlere daha çok söz hakkı tanınarak yaratılabilir. Bu farkındalık, medyanın daha çok bilgilenmesiyle ve bilgilendirilmesiyle yaratılabilir. Bu bir tür öz eleştiri ve farkındalık eksikliği.

“Seçim yaklaştıkça saray ve çevresi büyük bir telaşa kapılıyor”

Umut kaynağı ise bunca baskıya rağmen, bunca sahte videolarla seçim kazanmalarına rağmen, bunca anayasa değişikliği yoluyla tarihimizde hiçbir zaman olmayan, şu anda yeryüzünde başka hiçbir devlette bulunmayan yetkilerin bir kişide toplanmasına rağmen hiçbir zaman iktidar garantisi yoktur. İktidarı sürdürme sorunu var. Seçim yaklaştıkça saray ve çevresi büyük bir telaşa kapılıyor. O zaman bir yandan demokratik topluma saldırıyor, öbür yandan siyasal topluma saldırıyor. Bir yandan demokratik siyaset alanını daraltıyor, öte yandan sivil toplumu sindirmeye çalışıyor ama nereye kadar...Bir türlü Türkiye’nin geri kalan yarısını sindiremedi. Bu durum itibarıyla bu tablonun özeti şu. 2017 değişikliği sırasında bu değişikliği planlayanlar, büyük ölçüde siyasal egemenliğe el koydular ama toplumsal egemenliğe hâkim olamadılar. Şu anda demek ki bizim elimizdeki koz, toplumsal egemenliği onlara verip vermeyeceğimizde düğümleniyor.

“Olağanüstü kurultayı ‘hukuk yoluyla demokrasi kurultayı’ diye nitelendiriyorum”

Siz de 9 Ağustos’ta adaylığınızı açıkladığınızda İstanbul Barosu’nun hukuksuzluklara daha aktif bir reaksiyon vereceğini söylemiştiniz. Her türlü hukuksuzluğa karşı açıklamalarınız, eylemleriniz oldu. Bunun sonucunda da size yönelik de bir soruşturma açıldı. Hatta görevinizden alınmanız, yönetim kurulu üyeleriyle birlikte görevlerinize son verilmeniz istendi. Buna ilişkin de pazar günü olağanüstü genel kurul toplanacak. Bununla ilgili neler söylersiniz?

- Pazar günü yapacağımız olağanüstü genel kurulun önemi şu. Bu, sıradan olağanüstü genel kurul değildir. Bu, İstanbul Barosu Başkanı’nın genel kurula çağrı mesajı sonucu toplanan bir genel kurul değildir. Bu, aslında İstanbul Barosu’nu yönetmek için 20 Ekim 2024 günü bizimle yarışan grup temsilcilerinin ve daha önce İstanbul Barosu’nu yönetmiş başkanların ortak iradesini yansıtan bir genel kuruldur. Bu genel kurul, seçimli bir genel kurul değildir ama görevden alma operasyonuna karşı ‘Hayır. Yönetimin, grubunun görüşlerini biz paylaşmıyoruz, benimsemiyoruz ama bizim irademizle seçilen yönetim ancak bizim irademizle son bulur görevi. Seçimle gelen seçimle gider. Buna hayır diyoruz’; o zaman demokrasi, hukuk kuralları çerçevesinde cereyan eder. Hukuk dışı demokratik iradeye müdahale püskürtülür. İşte bu bakımdan ben 23 Şubat günü olağanüstü kurultayı, ‘hukuk yoluyla demokrasi kurultayı’ olarak nitelendiriyorum. Bütün meslektaşları, İstanbul Barosu üyelerini bu kurultaya, 20 Ekim günü ortaya koydukları iradelerini korumaya, sahiplenmeye çağırıyorum. Bu kurultaya yalnızca İstanbul Barosu üyeleri değil, bütün Türkiye’den katılım söz konusu olacak. Türkiye ile sınırlı değil, ulusal ölçekte sınırlı değil; Avrupa’dan da yoğun katılım bekliyoruz. (Haber Merkezi)

Evrensel'i Takip Et